Su'dur en iyi deterjan
suyu bile beyazlatan

Turgut UYAR

23 Ağustos 2015 Pazar

Çukura giren sol ön teker

Koca bir yaz Didim'de gümüş tezgahında çalışarak geçti. Oldukça keyifli bir işti hakkını yememek lazım, öğleden sonra uyanıyosun tezgaha geçip o pırıl pırıl gümüşleri silip, parlatıp güzelce diziyorsun, ardından sahile karşı sandalyene kuruluyorsun. “dünya senin dünya sadece sana ait”. Elinde bir kitap -ki muhtemelen ya Brecht, ya İrvin Yalom ya da George Orwel- sahifeleri arasında kayboluyorsun.
Gece karanlıkta tezgahın ışıl ışıl...
Elinde bir kitap, metinler, replikler, sahneler...

Tek bir gayeye kilit oradasın; seni olmaman gereken bir adam yapacak olan okulu okumamak için.

Amacın okuduğun “tıp elektroniği” isimli acaip havalı bölüme bir son verip GSF'de tiyatro okuyabilmek. E, tabii ki bunun için de bir yetenek sınavına girmen, yetenekli olduğunu ispat etmen ve hepsinden önemlisi o sınava giriş için gereken parayı denkleştirebilmen gerekiyor.

Tezgahın patronları Nil ve İlyas. Nil ev arkadaşım Nazımın ablası, İlyas ise Nil'in sinema bölümünden sınıf arkadaşı. -Bu satırları yazarken bir gülme geldi gidemedi kaldı, zira Nil hâlâ senaryo yazarak tutunmaya çalışıyor, İlyas ise ilk romanını İletişimden çıkarmış ağır ağır akıyor edebiat aleminde, Nazımsa tüp pisliğine rağmen gözümde dünyanın en yetenekli fotoğraf sanatçısı.-

Neyse goygoya düşmeden devam edelim; İlyas benim gireceğim sınav için koşturuyor, telefonlar açıyor ve “Mersin” diyor ardından “Mersin'de okumalısın,” “hadi gene iyisin” diyor ardından. Sen sınava başvururken sana yardım edebilecek bir arkadaşım var orada “Rahşan”. Gidince onu bulursun o sana elinden geldiğince yardım eder. Ah, insanın elinden tutan abileri, ablaları, dostları olması ne güzel.

Otobüs yolcuğu; o çok istediğin adam olabilmek için Didim'den Mersin'e gidiş...

Gecenin bilmem kaçında Mersin'de iniş.
Yol bilmez iz bilmez napsın bizimkisi elinde tek bir telefon numarası “Rahşan Abla” diyerek kayıtlı. O zamanlar evet vardı ankesörlü telefonlar; jeton devri ilkokulumuza denk gelse de kart diye bi şey var sonuçta kullandığımız. Gecenin sabaha karşı dördünde Rahşanın Abla'nın telefonu açışı, uykulu sesi.
Evini tarif edişi...
Ilık bi yol duşu.

Yarım yamalak bir uyku.

Rahşan Abla memleketin bu yeni tiyatrocu adayına mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı. Yarım yamalak tamamlayıp düştük yola sınav için kayıt yaptırmaya.

Okula minübüsle gittik, nizamiyede indik güvenlikler bize isim bile sormadılar, günaydın diyerek yol verdiler ama ben anlamadım ne kadar özel olduğumuzu. Ki o zamanlar sakallar türbanlar filan hep yasak her okul kapısında bir karakol. -gereksiz bilgi, gereksiz bir zaman, gereksiz saçmalıklar-

Evrakları bizzat kendini velim hisseden Rahşan Abla doldurdu; bir kayıt numarası verdiler ardından bana: “1032”. Ne kadar şaşırmıştım bir tiyatro sınavına bu kadar mı başvuran olabilir diyerek.

Şu an, tam da bu satırları yazarken yazarın yaşadığı o bilinmezliği kırıyorum ki Mersin Üniversitesi sınav için kayıt numarası vermeye 1001 numaradan başlamış. Ayrıca bölüme sınavdan sonra totalde 35 öğrenci alacaklar. O gün de kayıtların son günü, benden sonra 2 kişi daha başvurmuş. Üstüne üstlük velim olan Rahşan, Tiyatro Bölüm Başkanıymış. Bu bilgiler benim o an bilmediğim yıllar sonra öğrendiğim bilgiler. :)

Yani matematik olarak hayatımda ilk kez bir sınavı kayıt olduğum anda kazanmışım. Sınava başvurdum başvuru belgemi aldım ve bir hafta sonra sınava gelmek için Velim Rahşan Hoca'nın bana verdiği Shekspeare'in Kralın Soytarısı repliğini de notlarım arasına alarak atladım otobüse. İstikamet Mersin'den Didim.


Hani bazı anlar vardır böyle renkli, gökkuşağı gibi görüntüler etrafımızdan akarken birden buz gibi bi şey olur ve tüm görüntüler siyah beyaza döner. Hayat dakikada bilmem kaç kilometre hızla koşarken birden herşey ilk önce durur ardından ağır çekimde akmaya başlar.
Otobüsümüz mola veriyor, koltuğumdan kalkıyorum; -burda anı belirsizleşiyor, herşey gerçeklikten gerçeküstü bir anlama bürünüyor, mesela gecenin bilmem kaçında tepemde yanan bir ikarus uçuyor- önce çişimi yapıyorum Afyon'un bilmem ne tesisisindeki pisuvara. Sonra demli bir bardak çay ve saçma bir düşünce, pisliğin teki olduğum geliyor aklıma, ben böyle biri değilim ben böyle yetişmedim arkadaşlarıma bağlıyım falan gibi saçma düşüncelerle gidip tesisin büfesinden iki tane 60lık telefon kartı alıyorum. Görüntüler kare kare, geçiyorum ankesörlü telefonun başına ilk önce Nazım'ı arıyorum mesela gecenin on ikisinde “napıyorsun” diyorum, “özledim gerizekalı” diye ekliyorum”, Nazım homurdanarak telefonu kapatıyor, hava bi sıcak bi sıcak “yazın en ortasındayız” diyorum içimden. Sonra birsürü kişiyi arıyorum hal hatır soruyorum, kimi sarhoş kimi uyuyor, kimi sokakta dolaşıyor, kimi liseye gidiyor, kimi sevgilisini öperken çalan telefonlara irkiliyor. Hepsini arıyorum tek tek, kartlarım bitene kadar herkesi arıyorum, bu arada hava cayır cayır yanıyor gecenin bir vakti, İkarus yanıyor, gökten lapa lapa kar yağıyor, gerçek olan herşey karışıyor... Dünya dönüyor, renkler siyah beyaz...

Otobüs hareket ederken arkasından koşup yetişiyor, daracık koltuğuma oturuyorum, otobüs nispeten yeni otobüslerden; hani bedenini sıkıca saran, seni boğan, sanki üstüne üstüne bastıran, sanki seni nefessiz bırakan, sanki ağırlığıyla ezen yeni otobüslerden. Koltuğuma sıkışıyorum, koltuğum beni kucaklıyor... Derin bir tilki uykusuna dalıyorum, önden 3. sırada oturduğumu hatırlıyorum, otobüsün sağ tarafında, yukarıdaki hoparlörden hafif bir türkü çalıyor, çökertmeden çıktımda halilim aman başım selamet...

Otobüs hızla bir virajı dönerken hafifçe savruluyoruz, gözlerim aralanıyor, yoldaki maksimum 20 santimlik bir çukura giriyor sol ön teker, hepimiz sarsılıyoruz, sonra şöför topluyor direksiyonu...

Kapıyorum gözlerimi, şarkı bir an susuyor, radyo hışırdıyor peşinden... Gözlerim kapanıyor, soluk alamıyorum, çok sıcak...

Hışırtı bitiyor... Bir adam konuşuyor radyoda... Şu an tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz diyor, deprem olduğunu düşünüyoruz diyor, önce “İstanbul” diyor, ardından “yok yok İstanbul yaralı” diyor “ölen İzmit” diyor, Adapazar diyor, Gölcük diyor, “ölen” diyor “ankesörlü telefonla konuşanlar” diyor.

Gerçeklik yitiyor yanan İkarus otobüsün hemen yanına düşüyor ve kül oluyor, külleri rüzgarda savruluyor, lapa lapa kül yağıyor. Koltuk beni sıkıştırıyor betondan bir enkazmış gibi. Haberler devam ediyor molada telefon açan çocuğun ilk aradığı yaşıyor diğerlerinin hepsini çocuk öldürdü diyor.

Sunucu ekliyor, “çocuk izmitten vazgeçti, izmite sırtını döndü” diyor... “Son dönemlerde” diyor “o şehir çok terkedildi” diyor...

Hani filmlerde kolayca yaparlar ya zaman atlamasını; farzedin ki öyle; farzedin ki kahramanımızın geçmek bilmeyen anları, saliseleri, saniyeleri... Saatleri ve hatta günleri hızla geçsin ve bir hafta sonrasına taşınsın hikayemiz...

Yer : İzmit; Derince Emek Çadırkenti
Zaman : Herşey bittikten bir hafta sonra

Depo çadırında gelen saçma sapan yardımları ayıklıyor kahramanımız mahallenin gençleriyle, dantelli gecelikleri direkt yakılacakların arasına atıyorlar mesele, mesela teki olmayan çorapları söverek çöpe... Bu arada dışardan bir ses geliyor “sigara minübüsü geldi” diyerek, koşarak çıkıyor ve kapışıyorlar çestırfild denen saçma sigarayı – başkası mı? Elbette yok- Sigaralar tüterken bi torbaya daha dalıyor eller. Garip bi kumaş yığını geliyor ele; hani arıcıların elbiseleri gibi, çuval gibi bi şey...
Palyaço kostümü...

Mahallenin gürbüzü Aytaç kostümü söverek tam çöpe atarken ellerinden tutuyorum... Kostümü alıyorum; hemen arkamdaki gazetenin tarihine bakıyorum...

Mersin için sınav vakti...

Kostümü giyiyorum...
Soytarının Tiradı başlıyor.


...Anılarına Saygıyla
20.08.2015 12:27