Koca bir yaz Didim'de
gümüş tezgahında çalışarak geçti. Oldukça keyifli bir işti
hakkını yememek lazım, öğleden sonra uyanıyosun tezgaha geçip
o pırıl pırıl gümüşleri silip, parlatıp güzelce diziyorsun,
ardından sahile karşı sandalyene kuruluyorsun. “dünya senin
dünya sadece sana ait”. Elinde bir kitap -ki muhtemelen ya Brecht,
ya İrvin Yalom ya da George Orwel- sahifeleri arasında
kayboluyorsun.
Gece karanlıkta
tezgahın ışıl ışıl...
Elinde bir kitap,
metinler, replikler, sahneler...
Tek bir gayeye kilit
oradasın; seni olmaman gereken bir adam yapacak olan okulu okumamak
için.
Amacın okuduğun “tıp
elektroniği” isimli acaip havalı bölüme bir son verip GSF'de
tiyatro okuyabilmek. E, tabii ki bunun için de bir yetenek sınavına
girmen, yetenekli olduğunu ispat etmen ve hepsinden önemlisi o
sınava giriş için gereken parayı denkleştirebilmen gerekiyor.
Tezgahın patronları Nil
ve İlyas. Nil ev arkadaşım Nazımın ablası, İlyas ise Nil'in
sinema bölümünden sınıf arkadaşı. -Bu satırları yazarken bir
gülme geldi gidemedi kaldı, zira Nil hâlâ senaryo yazarak
tutunmaya çalışıyor, İlyas ise ilk romanını İletişimden
çıkarmış ağır ağır akıyor edebiat aleminde, Nazımsa tüp
pisliğine rağmen gözümde dünyanın en yetenekli fotoğraf
sanatçısı.-
Neyse goygoya düşmeden
devam edelim; İlyas benim gireceğim sınav için koşturuyor,
telefonlar açıyor ve “Mersin” diyor ardından “Mersin'de
okumalısın,” “hadi gene iyisin” diyor ardından. Sen sınava
başvururken sana yardım edebilecek bir arkadaşım var orada
“Rahşan”. Gidince onu bulursun o sana elinden geldiğince
yardım eder. Ah, insanın elinden tutan abileri, ablaları, dostları
olması ne güzel.
Otobüs yolcuğu; o çok
istediğin adam olabilmek için Didim'den Mersin'e gidiş...
Gecenin bilmem kaçında
Mersin'de iniş.
Yol bilmez iz bilmez
napsın bizimkisi elinde tek bir telefon numarası “Rahşan Abla”
diyerek kayıtlı. O zamanlar evet vardı ankesörlü telefonlar;
jeton devri ilkokulumuza denk gelse de kart diye bi şey var sonuçta
kullandığımız. Gecenin sabaha karşı dördünde Rahşanın
Abla'nın telefonu açışı, uykulu sesi.
Evini tarif edişi...
Ilık bi yol duşu.
Yarım yamalak bir uyku.
Rahşan Abla memleketin
bu yeni tiyatrocu adayına mükellef bir kahvaltı sofrası
hazırlamıştı. Yarım yamalak tamamlayıp düştük yola sınav
için kayıt yaptırmaya.
Okula minübüsle gittik,
nizamiyede indik güvenlikler bize isim bile sormadılar, günaydın
diyerek yol verdiler ama ben anlamadım ne kadar özel olduğumuzu.
Ki o zamanlar sakallar türbanlar filan hep yasak her okul kapısında
bir karakol. -gereksiz bilgi, gereksiz bir zaman, gereksiz
saçmalıklar-
Evrakları bizzat kendini
velim hisseden Rahşan Abla doldurdu; bir kayıt numarası verdiler
ardından bana: “1032”. Ne kadar şaşırmıştım bir tiyatro
sınavına bu kadar mı başvuran olabilir diyerek.
Şu an, tam da bu
satırları yazarken yazarın yaşadığı o bilinmezliği kırıyorum
ki Mersin Üniversitesi sınav için kayıt numarası vermeye 1001
numaradan başlamış. Ayrıca bölüme sınavdan sonra totalde 35
öğrenci alacaklar. O gün de kayıtların son günü, benden sonra
2 kişi daha başvurmuş. Üstüne üstlük velim olan Rahşan,
Tiyatro Bölüm Başkanıymış. Bu bilgiler benim o an bilmediğim
yıllar sonra öğrendiğim bilgiler. :)
Yani matematik olarak
hayatımda ilk kez bir sınavı kayıt olduğum anda kazanmışım.
Sınava başvurdum başvuru belgemi aldım ve bir hafta sonra sınava
gelmek için Velim Rahşan Hoca'nın bana verdiği Shekspeare'in
Kralın Soytarısı repliğini de notlarım arasına alarak atladım
otobüse. İstikamet Mersin'den Didim.
Hani bazı anlar vardır
böyle renkli, gökkuşağı gibi görüntüler etrafımızdan
akarken birden buz gibi bi şey olur ve tüm görüntüler siyah
beyaza döner. Hayat dakikada bilmem kaç kilometre hızla koşarken
birden herşey ilk önce durur ardından ağır çekimde akmaya
başlar.
Otobüsümüz mola
veriyor, koltuğumdan kalkıyorum; -burda anı belirsizleşiyor,
herşey gerçeklikten gerçeküstü bir anlama bürünüyor, mesela
gecenin bilmem kaçında tepemde yanan bir ikarus uçuyor- önce
çişimi yapıyorum Afyon'un bilmem ne tesisisindeki pisuvara. Sonra
demli bir bardak çay ve saçma bir düşünce, pisliğin teki
olduğum geliyor aklıma, ben böyle biri değilim ben böyle
yetişmedim arkadaşlarıma bağlıyım falan gibi saçma
düşüncelerle gidip tesisin büfesinden iki tane 60lık telefon
kartı alıyorum. Görüntüler kare kare, geçiyorum ankesörlü
telefonun başına ilk önce Nazım'ı arıyorum mesela gecenin on
ikisinde “napıyorsun” diyorum, “özledim gerizekalı” diye
ekliyorum”, Nazım homurdanarak telefonu kapatıyor, hava bi sıcak
bi sıcak “yazın en ortasındayız” diyorum içimden. Sonra
birsürü kişiyi arıyorum hal hatır soruyorum, kimi sarhoş kimi
uyuyor, kimi sokakta dolaşıyor, kimi liseye gidiyor, kimi
sevgilisini öperken çalan telefonlara irkiliyor. Hepsini arıyorum
tek tek, kartlarım bitene kadar herkesi arıyorum, bu arada hava
cayır cayır yanıyor gecenin bir vakti, İkarus yanıyor, gökten
lapa lapa kar yağıyor, gerçek olan herşey karışıyor... Dünya
dönüyor, renkler siyah beyaz...
Otobüs hareket ederken
arkasından koşup yetişiyor, daracık koltuğuma oturuyorum, otobüs
nispeten yeni otobüslerden; hani bedenini sıkıca saran, seni
boğan, sanki üstüne üstüne bastıran, sanki seni nefessiz
bırakan, sanki ağırlığıyla ezen yeni otobüslerden. Koltuğuma
sıkışıyorum, koltuğum beni kucaklıyor... Derin bir tilki
uykusuna dalıyorum, önden 3. sırada oturduğumu hatırlıyorum,
otobüsün sağ tarafında, yukarıdaki hoparlörden hafif bir türkü
çalıyor, çökertmeden çıktımda halilim aman başım selamet...
Otobüs hızla bir virajı
dönerken hafifçe savruluyoruz, gözlerim aralanıyor, yoldaki
maksimum 20 santimlik bir çukura giriyor sol ön teker, hepimiz
sarsılıyoruz, sonra şöför topluyor direksiyonu...
Kapıyorum gözlerimi,
şarkı bir an susuyor, radyo hışırdıyor peşinden... Gözlerim
kapanıyor, soluk alamıyorum, çok sıcak...
Hışırtı bitiyor...
Bir adam konuşuyor radyoda... Şu an tam olarak ne olduğunu
bilmiyoruz diyor, deprem olduğunu düşünüyoruz diyor, önce
“İstanbul” diyor, ardından “yok yok İstanbul yaralı”
diyor “ölen İzmit” diyor, Adapazar diyor, Gölcük diyor,
“ölen” diyor “ankesörlü telefonla konuşanlar” diyor.
Gerçeklik yitiyor yanan
İkarus otobüsün hemen yanına düşüyor ve kül oluyor, külleri
rüzgarda savruluyor, lapa lapa kül yağıyor. Koltuk beni
sıkıştırıyor betondan bir enkazmış gibi. Haberler devam ediyor
molada telefon açan çocuğun ilk aradığı yaşıyor diğerlerinin
hepsini çocuk öldürdü diyor.
Sunucu ekliyor, “çocuk
izmitten vazgeçti, izmite sırtını döndü” diyor... “Son
dönemlerde” diyor “o şehir çok terkedildi” diyor...
Hani filmlerde kolayca
yaparlar ya zaman atlamasını; farzedin ki öyle; farzedin ki
kahramanımızın geçmek bilmeyen anları, saliseleri, saniyeleri...
Saatleri ve hatta günleri hızla geçsin ve bir hafta sonrasına
taşınsın hikayemiz...
Yer : İzmit; Derince
Emek Çadırkenti
Zaman : Herşey bittikten
bir hafta sonra
Depo çadırında gelen
saçma sapan yardımları ayıklıyor kahramanımız mahallenin
gençleriyle, dantelli gecelikleri direkt yakılacakların arasına
atıyorlar mesele, mesela teki olmayan çorapları söverek çöpe...
Bu arada dışardan bir ses geliyor “sigara minübüsü geldi”
diyerek, koşarak çıkıyor ve kapışıyorlar çestırfild denen
saçma sigarayı – başkası mı? Elbette yok- Sigaralar tüterken
bi torbaya daha dalıyor eller. Garip bi kumaş yığını geliyor
ele; hani arıcıların elbiseleri gibi, çuval gibi bi şey...
Palyaço kostümü...
Mahallenin gürbüzü
Aytaç kostümü söverek tam çöpe atarken ellerinden tutuyorum...
Kostümü alıyorum; hemen arkamdaki gazetenin tarihine bakıyorum...
Mersin için sınav
vakti...
Kostümü giyiyorum...
Soytarının Tiradı
başlıyor.
...Anılarına Saygıyla
20.08.2015 12:27